"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcıları-nızı) da çağırın. Bunu yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." [1]

İ'câz ve Mu'cize Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti

İ'câz: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, bütün insanların Kur'an'ın benzerini getirmekten âciz olduğunu göstermek suretiyle kendi doğruluğunu ortaya koymasıdır. İ'câzu'l-Kur'an: Kur'an'ın, bütün insanları benzerini getirmekten âciz bırakmasıdır. Mûcize: Benzeri getirilmesi için meydan okunarak gösterilen, bilinen sebeplerin dışında kalan, peygamberinin doğruluğunu göstermek için Allah tarafından halk edilen ve benzeri getirilemeyen hârikulâde olaydır. Mûcizede üç ana şart vardır. Bunlar, onun hârikulâde bir olay olması, meydan okunarak gösterilmesi ve benzerinin getirilememesidir. Bu noktadan hareketle, Kur’ân-ı Kerim'de de bu üç unsurun varlığı, delilleri ile gösterilmiş ve dolayısıyla onun en büyük mûcize olduğu ortaya konmuştur.

Kur’ân-ı Kerim'in Mûcize Oluşunun Delilleri

Mûcizenin tanımında üç ana unsur/şart bulunmakta olduğunu belirttik. Bu özellikler, kendisinde en mükemmel şekilde bulunduğu ve ilelebet bulunacağı için Kur’ân-ı Kerim, diğer mûcizelerden daha farklı ve daha üstün bir mûcize olma niteliğini taşımaktadır. Şöyle ki:

a- Kur’ân-ı Kerim'in Hârikulâde Oluşu

Allah Teâlâ her peygambere, kendi zamanında geçerli ve rağbetli olan şeylere üstün gelecek cinsten mûcizeler vermiştir. Bunun böyle olması gâyet tabii ve bir bakıma gereklidir. Zira sihir ya da tıp alanında mâhir kişilerin bulunduğu bir devirde, başka cinsten mûcizelerle ortaya çıkan kişilere, inanmayanlar tarafından "biz de sihrin en âlâsını yapıyor, birçok tehlikeli hastalıkları iyi edecek derecede tıbbı biliyoruz. Sen de onları yapamıyorsun" denilebilir. Mûcizelerin, bahsedilen tarzda gösterilmesi ile yapılması muhtemel olan bu tür itirazlara meydan verilmemiş olmaktadır.

Hz. Peygamber'e mûcize olarak Kur'an'ın verilmesinin hikmeti de, o sırada Arap dilinin şiir, üslûp ve hitabetin en yüksek dereceye ulaşmış olmasıdır. Gerçekten Rasûlullah'ın peygamber olarak gönderildiği sırada Araplar, belâgat konusunda çok ileri gitmişlerdi. Şiirin her çeşidine vâkıf idiler. Lisanları şiire müsait idi. Bedevileri dahi güzel konuşur, konuşmalarını şiire benzetirdi. Methederler, hicvederlerdi. Methettiklerini yüceltir, hicvettiklerini batırırlardı. Panayırlarda şairler şiir yarışması yaparlar, halk dinler ve onlar hakkında notlarını verirdi.[2] Tertip edilen edebiyat ve şiir yarışmaları, bu edebî ürünlerin daha çok gelişmesine neden olurdu.

İşte, insanların edebî bakımdan en yüksek bir seviyeye ulaştıkları bu devirde fesâhat ve belâgatın en büyük timsali Kur’ân-ı Kerim inzal edilerek, herkesin beğenisini kazandığı için Kâbe'nin duvarına asılmaya hak kazanan ve o devrin en büyük edebî ürünleri sayılan "Muallekat-ı Seb'a (Yedi Askı)"nın değersizliğini ve dolayısıyla, kendi benzerinin yapılamayacağını ispat etmiştir. O gelince, şairler utandıklarından kendi şiirlerini indirmişler, büyüklüğü karşısında dize gelmişlerdi.

Gerçekten harfi, kelime ve cümleleri, onların kullandıkları ile aynı olmasına rağmen Kur’ân-ı Kerim'in, Arapların alışılagelen nesir ve nazım formundan ayrı, tamamen kendine has bir üslûbu vardır. Onların nesirlerine, nazımlarına, secî, recez ve şiirlerine benzemeyen bir özelliğe sahiptir. Araplar bu üslûba hayran kalmışlar, onun kendi üslûplarından farklı ve üstün olduğunu itiraf etmişler, kendi kelamlarından onun bir benzerini getirmekten âciz kalmışlardır. Sadece bu özelliği, onun hârikulâde bir eser olduğunu göstermeye yeterlidir.

b- Kur'an'ın, Karşı Çıkan Muhaliflerine Meydan Okuması

Beşeriyetin dinden istifadesi, hârikalara sarılmakta değil; Allah'ın sünnetine/evrendeki kanunlarına sarılmaktadır, yani ilimdedir. Hârikalar, kulların zor zamanlarında Allah'ın özel yardımıdır. Hidâyetten gaye ise, zorluktan kurtarmadır. O yüzden mu'cizenin en önemlisi, ebedî, aklî ve ilmî kıymeti içeren mu'cizedir. Bu mu'cize ise Kur'an'dır. Allah, Rasülüne bunu o kadar kesin ve yakîn ile bildirmiştir ki, Kur'an'ın benzerini hiçbir insan, hatta bütün insanlar yapamaz. Bu, bizzat ilahî va'd ve taahhüt altındadır. Kur'an, nasıl bir kelam farzedilirse edilsin, en büyük dâhî sayılan edipler, filozoflar ve şairler onun benzerini yapmaya kalkışırsa âciz kalır. Kur'an'da o kadar fevkalâdelik görmek istemeyen körler veya kinciler ne farzederse etsin, Kur'an ile boy ölçüşmeye kalkıştıkları zaman mağlup olagelmişler, hiçbir şey yapamamışlardır. Allah, kudretlerini derhal bağlamış veya esasen hiç vermemiştir. İşte Allah, Peygamberine bu kuvveti vermiş ve asırlardan beri de bunu ispat etmiştir.

Dünya kuruldu kurulalı, geçmişle ilgili bu kadar büyük ve bu kadar eşsiz bir haberi, bu kadar ciddiyetle peygamberlerden ve bilhassa son Peygamber'den başka hiçbir kimse ispat etmeye değil; ortaya atmaya bile cesaret edememiştir. Çünkü yalancıların mumu yatsıya kadar yanar. Şarlatanlar, geçici bir zaman için parlar, söner. Napolyon Bonapart, Mısır'a geldiği zaman, savaşlardaki üstünlüğüne güvenerek ve bunları bir mu'cize sanarak: "Ben Muhammed'i severim, o da benim gibi büyük bir komutan idi, fakat ben daha büyüğüm" demişti. Bu gururu, bu boy ölçüşmeye kalkması, sonuçta Akka kalesinden başlayarak kırılmaya yüz tuttu, nihâyet söndü gitti ve o zamandan beri Fransızlar, onun açtığı yaraları tedavi edemediler. Özetle (bu durum) Kur'an'ın meydan okuma sırrı ve Muhammed Aleyhisselam'ın peygamberliğinin ebedî bir kanun ve delilidir. Allah, bu delili hatırlatıyor ve Muhammedî nübüvveti, Kur'an'ın hak olduğunu te'yid ediyor ve insanlar içinde bunda şüphe edenlere meydan okuyor. [3]

Peygamber Efendimiz Kur'an âyetlerini insanlara okuduğu zaman, yetim büyüyen ümmî bir insana bu âyetlerin gelmesini hazmedemeyenler "Muhammed bunları kendisi uyduruyor" dediler. Allah, peki buyurun, siz de Arapsınız. Arapça'yı onun kadar biliyorsunuz. Bütün Arap edebiyatçılarını, bilginlerinizi çağırın ve o Kur'an'ın surelerinden bir surenin benzerini siz de söyleyin diyerek meydan okuyor.

İnsanların yazdığı kitaplarda bazen yüksek hikmetler görülürken, bazen gâyet basit düşüncelere rastlanır. Bir sayfası gâyet edibane iken, diğer sayfalarında kalite düşer. Baştan sona okunsa tezatlarla karşılaşılır. İnsanların koyduğu yasalarda da tezatlar vardır. Anayasayı koyan hukukçular, diğer yasaları koyarken Anayasaya aykırı olmaması için dikkat etmelerine rağmen, bir müddet sonra ceza yasasından bir maddenin Anayasaya aykırılığı ortaya konulur. Bu, normaldir. Çünkü insan aklının gücü, görüş alanı sınırlıdır. Yarının ne getireceğini bilemez. Allah'ın kitabı Kur’ân-ı Kerim'in nazmında, manasında, haberlerinde, emir ve yasaklarında, edebiyatında, gramer kaidelerinin uyumluluğunda bugüne kadar bir eksikliğe, aykırılığa, düzensizliğe, çelişkiye rastlanmamıştır.

Yirmi sene önce yazılmış teknikle ilgili kitaplar bugün değerini yitirdi. Filozofların peygamberlerden aldıkları hikmetin dışında bütün fikirleri düşüncesizliklerinin belgesi oldu. Kur’ân-ı Kerim, bin dört yüz seneden beri her çağa, her kesime kültür seviyelerine göre bir şeyler vermekte ve her çağda yepyeni oluşu, eskimezliği, tazeliği ortaya çıkmakta. İşte böyle bir kitabı yazmanızı istemiyoruz ey kâfirler; bu kitabın en kısa suresine benzer bir sure getirin yeter! [4]

Kur’ân-ı Kerim, bir benzerinin getirilmesi için insanlara meydan okurken şu yolu takip etmiştir: İlk önce, kendisinden daha üstün bir kitap getirmelerini istemiştir. Bu yapılamayınca kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuştur. Daha sonra on sûresinin, sonunda da bir sûresinin benzerini getirmelerini istemiş, fakat bütün bu talepler karşılıksız kalmıştır. Şimdi bu âyet meallerini görelim:

"(Ey Rasülüm,) Onlara de ki: Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, bu ikisinden (Tevrat ve Kur'an'dan) daha doğru, Allah katından bir kitap getirin de ona uyayım." [5]

"(Ey Rasülüm,) De ki: Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun bir benzerini getiremezler." [6]

"Yoksa müşrikler, Kur'an'ı kendisi uydurdu mu diyorlar? O halde şöyle de: 'Haydin onun gibi, uydurma on sûre getirin ve bunun için Allah'tan başka gücünüzün yettiğini de çağırın, eğer doğru söylüyorsanız." [7]

"Yoksa Kur'an'ı peygamber mi uydurdu diyorlar? (Rasülüm,) de ki: 'O halde iddianızda sâdık iseniz, onun gibi bir sûre yapın, getirin ve Allah'tan başka gücünüzün yettiği (edip, belîğ) kim varsa onları da yardıma çağırın." [8]

"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." [9]

Aklı başında olan hiçbir beşer, yazdığı bir eseri ortaya koyarak, bu âyette olduğu gibi: "Hiçbir zaman bunun bir benzerini getiremeyeceksiniz" diyemez. Çünkü bu dünyada kendisi gibi, hatta kendisinden daha üstün yazarlar bulunabileceğini bilir. Bu da göstermektedir ki, "hiçbir zaman benzerini getiremeyeceksiniz" diye meydan okuyan kişi, alîm ve habîr olan Allah'tır. Görüldüğü gibi, mûcizenin ana unsurlarından biri olan meydan okuma, bütün özellikleri ile Kur’ân-ı Kerim'de mevcuttur.

c- Bir Benzerinin Getirilememesi

Mûcizenin üç ana unsurundan biri de benzerinin getirilememesidir. Nüzulünden bu yana Kur’ân-ı Kerim, yukarıda zikrettiğimiz âyetleri ile devamlı olarak bütün insanlığa meydan okuyup durduğu halde bir suresinin dahi benzeri meydana getirilememiştir. Böylece mâzi, hal ve istikbale dair verdiği haberlerin doğruluğu da gerçekleşmiş olmaktadır. Her asırdaki âlim, edip, belîğ, münekkit ve müellifler onun mûcizeliğini; belâğat, fesâhat ve beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim'in bir sûresinin dahi bu güne kadar benzeri getirilememiş, bundan sonra da getirilemeyecektir. Böylece o, diğer peygamberlerin mûcizelerinin aksine, belli bir zamanda yaşayan insanlara gösterilen ve zamanla etkisini kaybeden bir mûcize olmayıp, son peygamberin ebedî risâletine paralel olarak ebediyyen varlığını sürdüren bir mûcize olmaktadır.

Kur'an'ın "asla yapamayacaksınız" diye haber verişi, o günden bugüne kadar 14 asırlık bir tecrübe ile doğruluğunu gösteren bir ebedî mu'cizedir. Bu meydan okumanın i'câzı karşısında yarıştan vazgeçilmiş, dille susturamadıkları delile silahlar çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar karıştırılmış, her türlü zahmetler, masraflar tercih edilmiş ve fakat bu mu'cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir. Ancak aldatmaca ile Kur'an irşadının önüne geçmeye çalışılmıştır. Bunlara karşı ilahî adalet, elbette yerini bulacaktır, o cehennem ateşi sönmemiştir. "Bunu yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır."[10] Âyetteki "taş" kelimesinin fennî bir açıklamayı içerdiğinde şüphe yoktur. Gerçi bu "taş"tan kastedilen heykeller ve putlardır. Ve cehennem ateşini tutuşturmaya sebep olan yakıtın, insanlar ve tapınılan heykeller olduğu beyan ediliyor. Fakat aynı ifadede o, çıra, kömür gibi ateş tutuşturan taşlar bulunduğunu da bildirmiş oluyor ki, fen adamları bunun "taş kömürleri" olduğunu söylüyorlar. Âyette geçen "vekûd (yakıt)" ateş yakılan kibrit, ot, çöp, çıra, odun ve diğerleri gibi şeylerin hepsi için söylenir. [11]

Seyyid Kutub da, taş-insan birlikteliğini şöyle yorumlar: "...Yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." (2/Bakara, 24) Bu dehşet saçan korkunç manzarada niçin insanla taş bir arada zikrediliyor? Kâfirler için hazırlanmıştır bu ateş. Surenin başında vasıfları belirtilen kâfirler için. "Allah'ın kalplerini, kulaklarını mühürleyip gözlerini perdelediği" kâfirler için. Kur'an, meydan okuduğu ve meydan okuyuşa cevap vermekten âciz kaldıkları halde iman etmeyen kâfirler için. Şu halde bunlar, her ne kadar şekil itibariyle insan suretinde iseler de, aslında birer taş parçasıdırlar. Onun için taş nev'inden olan taşlarla, insan nev'inden olan taşların bir arada zikredilmesi tabiî ve beklenen bir şeydir. Bu korkunç manzarada taşın mevzu edilmesi, insanoğlunun zihninde başka bir tablo daha canlandırıyor: Öyle bir ateş yığını ki, taşları eritmekte ve öyle bir insan yığını ki, bir taş sellerinin önünde ateşe akmakta... [12]

Kur'an, öyle bir sözdü ki, ilk andan itibaren inananları da inanmayanları da büyülemişti. O zamanki Arapları İslâm'a çeken tek kuvvet, Kur'an'ın ifade sihri idi. Hz. Ömer gibi sert bir insan, Kur'an'ı duyar duymaz yumuşamış, kalbi İslâm'a ısınmış; Utbe bin Rabia onu dinleyince içinde ona karşı duyduğu cezbeyi izah edemeyip ona sihir demişti. Kureyş ileri gelenleri hep Kur'an'ın ifade sihrini hissettiklerinden ve Kur'an'a karşı koyacak bir söz olamayacağını bildiklerinden, yayılmasını önlemek için onu dinletmemeyi uygun görmüş, "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü edin, belki böylece galip gelirsiniz."[13] demişlerdi.

Kur'an'ı dinleyen hıristiyan ve yahudiler de kendilerini tutamayarak ağlamışlardı: "Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman gözlerini görürsün ki, yaşla dolup boşanarak Rabbimiz, derler, inandık, Sen bizi şehadet edenlerle beraber yaz." [14] İşte bunlar, Kur'an'ın ruh ve vicdanlara yaptığı etkinin, yani mûcizeliğinin neticesidir: "Rablerinden korkanlar, onu (Kur'an'ı) duyunca derileri ürperir." [15]

Kur'an'da kendine has bir musiki vardır. Bu musiki, anlatılan konuya göre değişir. Dalgalar, konuya göre alçalıp yükselir. Kur'an'da biri sert, kaba dalgalı bir musiki, diğeri de yumuşak ve hafif dalgalı bir musiki olmak üzere kulağımıza iki musiki çeşidi vurmaktadır. Cehennem azabından bahseden âyetlerde âdetâ cehennemin kükremiş olan dilleri görülür ve ateşin kükreyen sesi duyulur. Haşinlik, zulüm ifade eden âyetlerde kelimeler çelik gibi sertleşmekte, mermer kaleler gibi katılaşmakta; rahmet, şefkat, cennet nimetlerini ifade eden âyetlerde kelimeler pamuk gibi yumuşamakta, bal gibi tatlılaşmakta, sanki ilahî rahmet, insanın kalbini okşamaktadır.

Nâs suresine bakalım: Burada tema, fısıltı, içten gizli telkin temasıdır. Cin ve insanlardan olan şeytanın insana fısıltı ile kötü telkinler yaptığı anlatılmaktadır. Nas suresini şimdi hafif sesle tekrar okuyun, bakın, bu fısıltıyı kulağınızla duyuyorsunuz değil mi? Kelimelerin sonundaki "sin"ler bir fısıltı sesi çıkarmıyor mu? İşte bu, Arapça bilmeyenlerin bile anlayabileceği Kur'an'ın bir mûcizesidir.

İbn Hişam ve Taberi'nin rivâyetine göre, Kureyş, kendi aralarında konuştular: "Hac mevsimi geldi, bu adam hakkında bir karar verelim, gelen hacılara hep aynı şeyi söyleyelim. Birimizin söylediğini öteki yalanlamasın. Velid bin Muğire'yi konuşmak için Rasûlullah'a gönderdiler. Velid gelmiş, Rasûl-i Ekrem'i dinlemişti. Hz. Peygamber "İnnallahe ye'müru bil'adli...(Şüphesiz Allah adaletle, iyilik etmekle ve yakınlara vermekle emreder, fuhşiyattan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder."[16] âyetini okuyordu. Velid, bu sözler karşısında bir teessür duymuş, kavmine varınca şöyle demişti: "Vallahi o sözün bir tatlılığı, bir güzelliği var. Kökü kuvvetli, dalları bereketli. Bunu beşer söyleyemez." Kureyş: "Velid saptı, eğer o saparsa bütün Kureyş sapar." demişler, Velid'in etrafını almışlardı. O da sapmadığını, fakat O'nun için de ne diyeceğini bilemediğini söyledi:

-- Hele O'nun hakkında siz bir şey söyleyin bakalım.

-- Kâhin diyelim.

-- Hayır vallahi kâhin değildir. O'nun söyledikleri kâhinlerin gizli sözlerine benzemez. Secî de yok.

-- Mecnun diyelim.

-- Hayır mecnun da değildir. Deliliği biliriz. Bunun bayılması, sarası ve vesvesesi yok.

-- Şair diyelim.

-- Şair de değil. Şiirin her çeşidini, rezecini, hezecini, karîzini, mebsutunu biliriz. O'nun söyledikleri şiir değildir.

-- Sihirbaz diyelim

-- Sihirbaz değildir. Sihirbazları ve büyülerini gördük. Bunun okuyup üflemesi, düğüm bağlaması yük.

-- O halde ne diyelim, ey Abd-i Şems'in babası?

-- Allah'a andolsun ki sözünde bir tatlılık var. Kökü sabit, dalları bereketli meyveye benziyor. Ona söyleyeceğiniz her şeyin boş olacağı anlaşılıyor. Bununla birlikte ona sihirbaz demek en uygun sözdür. Çünkü o, sihir gibi kişi ile oğlunun arasını, kişi ile kardeşinin arasını ve kişi ile karısının ve kabilesinin arasını açıyor, o halde sihirdir.

Böylece dağıldılar ve yollara oturup halkı Hz. Muhammed (s.a.s.)'e yaklaşmaktan, O'nunla görüşmekten kaçındırmaya başladılar. Allah, Velid hakkında Müddessir 11-25. âyetleri indirmişti.

Baktılar ki gün geçtikçe Kur'an, kalplere işliyor, duyanlar ona kapılıyorlar. Halkı İslâm'dan uzak tutmak için Mekke'nin dayatmacı egemen güçleri işi zorbalığa döktüler. "Küfredenler dediler ki: 'Bu Kur'an'ı dinlemeyin; okunurken gürültü edin. Belki bu suretle galip gelirsiniz. Elbette o küfredenlere şiddetli bir azap tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız." [17]

Hz. Peygamber Mekke'de iken yüksek sesle Kur'an okuduğu zaman müşrikler, etraftan dinleyen insanları kovar, dağıtırlar; "Dinlemeyin şu Kur'an'ı, lağvedin, yani gürültü yapın" derler ve ıslık çalar, gürültü yaparlardı. Çünkü derlerdi, siz onunla münakaşa ve münazara ederseniz, akibet sizi yener. İyisi mi hiç dinlemeyin ve başkalarının dinlemesine de engel olun." Kibirlerinden ve hasetlerinden böyle yapıyorlardı, yoksa ifadelerinden anlaşılacağı gibi Kur'an'ın Hak kelamı olduğunu, gayptan, Allah'ın ilminden haber verdiğini biliyorlardı ve O'ndaki ilahî tesirin Hak kelamı olmasından doğduğuna içten kanaatleri vardı. [18]

Kaba kuvvet, âcizliğin göstergesidir. Fikre ve düşünceye fikirle değil de cezayla, sopayla karşılık vermek, mağlup olmak demektir. Bunların sloganı, "vurun, söyletmeyin"dir. Başörtülü kızın ağzını tutan bayan polisi, Mahmut Kaçar'ın ağzını kapayanları, Kur'an Kurslarını, İmam-Hatip'leri kapatanları böyle değerlendirmek gerekir. İbn Mes'ud, mutluluk asrındaki bu mazlum ama gâlip kahramanlarından biriydi:

Bir gün Rasûlullah'ın sahabeleri, kendi aralarında konuşuyorlardı:

-- Kureyş, bu Kur'an'ı açıkça dinlemedi. Acaba kim onlara Kur'an'ı açıkça duyurabilir?

Abdullah İbn Mes'ud, ufak tefek, zayıf biriydi. Arka çıkacak köklü bir sülâlesi de yoktu.

-- Ben, dedi.

-- Ama senin başına bir şey gelmesinden korkarız. Aşireti, kavim ve kabilesi kuvvetli olan biri gitmeli ki, ona bir kötülük etmek istedikleri takdirde kabilesi onlara engel olsun.

-- Bırakın, aldırmayın siz, dedi ve gitti. Kâbe'nin yanında durup okumaya başladı:

-- Bismillâhirrahmanirrahim. Er-Rahmân. Alleme'l-Kur'ân... Ve devam etti.

Kureyş:

-- Ümmü Abd ne diyor, diye mırıldandılar.

-- Muhammed'in getirdiklerinden bir şeyler okuyor, diyerek üzerine üşüştüler. Başına vurmağa başladılar, yüzünü yaraladılar. Her tarafı kan içinde kaldı. Fakat Abdullah okuyabildiği kadar okudu; onu kolay susturamadılar. Sonra görevini başarmış bir eda ile arkadaşlarına döndü. Arkadaşları ona:

-- İşte korktuğumuz bu idi, deyip üzüntülerini ifade ettiler.

-- Hayır, dedi; üzülmeyin. Vallahi Kureyş, bugünkü kadar hiçbir zaman gözüme böyle küçük gelmemişti. İsterseniz yarın da aynı şeyi tekrarlayayım.

-- Hayır, kâfi. İstemedikleri şeyleri onlara işittirdin ya, bu yeter. [19]

Yüzü yara bere içinde, kulağı tümüyle yarılmış sallanıyordu. Rasulullah, onu bu halde görünce tebessüm etti. Ashâb, bu tebessümün sebebini sorduklarında, "kulağını yaran Ebû Cehil'den intikamını alırken, küçücük cüssesiyle çam yarması Ebû Cehil'in kulağını yararken gördüm, ona güldüm!" diyordu. Bedir savaşında Rasül'ün gelecekle ilgili verdiği bu haber, aynen gerçekleşti. Savaşın en hararetli anlarında, bütün müslümanlar, kâfirlere hadlerini bildirirken, Ensar'dan Muaz ve Muavviz isimli iki genç kardeş, Ebû Cehil'i devirmişler, yaralamışlar, öldü zannederek bırakmışlardı. Belki kendi boyu kadar olan kılıcını, cüssesinden beklenmeyen bir enerjiyle kâfirlerin boyunlarına indirmeye çalışıyordu İbn Mes'ud. Bir de baktı ki, Ebû Cehil, önünde, yaralı bir durumda yatıyor. Hemen atladı, çıktı onun göğsüne. Ve haykırdı: "Ya müslüman ol kurtul; ya da kılıcımla seni cehenneme yollayacağım." Ebû Cehil, hâlâ müstekbirlik taslamaya çalışıyordu: "Çıkabileceğin en yüksek yere, büyük tepeye çıkmışsın."

Bu olay, İbn Mes'ud'un yüksekliğini Ebû Cehil'e de gösteriyordu, ama aynı zamanda cehâletin atasının da dünyada bile alçalışını simgeliyordu. Ebû Cehil'in imana yanaşmaması üzerine İbn Mes'ud, kılıcıyla gövdesini başından ayırdı. Ebû Cehil'i öldürdüğünü kanıtlamak için kestiği kafayı kanıt olarak taşımak istedi, ama zulümle beslenmiş kelle o kadar ağırdı ki, kucaklayıp götürmekte zorlandı. Kulağını yarıp bulduğu bir ipi kulağına geçirerek taşımaya başladı. Kelleyi sürükleyerek götürürken kulağının biri yarıldı, ip çıktı. Diğer kulağını yararak ipi ona taktı. Savaşın sonlarına yakın cereyan eden bu olaya Rasulullah ve ashabı şâhid oldular. El-Müntakım olan Allah Teâlâ, mü'minlerin intikamını esas olarak âhirete bıraktığı halde, İbn Mes'ud'a ikram olarak intikam lezzetini böylece taddırmış oldu. Câhiliyyenin atası, döverek yardığı kulakların kısasını ödüyordu. Aynı kulaklar, aynı yerden yarılmış, yüzü daha çok darbe almış ve zâlimliğinin cezasını hayatıyla ödemişti; Hem de küçük ve hor gördüğü biri tarafından mağlup edilmenin acısını çekmişti.

Kureyş İleri Gelenleri Gizlice Kur'an Dinliyor

"Biz onların onu senden dinlediklerini biliyoruz, ama bir araya gelince zâlimler: 'Siz ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz' diyorlar. Bak seni nelere kıyas ettiler de nasıl sapıklığa düştüler. Artık doğru yolu bulamıyorlar." [20]

Ebû Süfyan bin Harb, Ebûcehil bin Hişam, Ahnes b. Şurayk bir gece gizlice Rasulullah'ın Kur'an okumasını dinlemeğe giderler. Birinin diğerinden haberi yoktur. Herbiri bir yerde gizlenir. Hz. Peygamber'e kulak verir, şafak atıncaya kadar Kur'an dinlerler. Şafak atınca evlerine dönerken yolda karşılaşırlar. Birbirlerini, dolayısıyla kendilerini ayıplarlar. "Böyle bir âdet çıkarmayalım, sonra akılsızlar (halk) duyarsa başlarına bir iş getirmiş oluruz, der ve dönerler. Ama Kur'an'ın kalplerindeki izi onları ikinci gece aynı yere iter. Herkes bir yere oturmuş, Kur'an dinlemiştir. Sabaha yakın evlerine dönerken tekrar yolda karşılaşırlar. Yine birbirlerini ayıplar, ilk sözlerini tekrarlarlar. Üçüncü gece olunca yine herbiri diğerinden habersiz olarak Rasulullah'ın evi etrafında gizlendikleri yerlerini alırlar. Gece dinler, şafak atınca dönerler. İlahî takdir bu; Onları yine yolda karşılaştırır. Birbirlerine derler ki:

-- Artık bir daha buraya gelmemeğe and içelim.

Bir daha dönmemeye and içerler ve ayrılırlar. O sabah, Ahnes değneğini eline alır, Ebûsüfyan'a gider:

-- Ey Ebû Hanzala, der. Muhammed'den dinlediklerin hakkında fikrin nedir?

-- Vallahi, ey Ebû Sa'lebe, ondan öyle sözler işittim ki, hem manasını biliyorum, hem de istenildiğini anlıyorum. Öyle şeyler de işittim ki, ne manasını ve ne de ne istenildiğini bilmiyorum.

Ahnes, oradan Ebûcehil'e gider:

-- Ey Ebû Hakem, Muhammed'den dinlediklerin hakkında fikrin nedir?

-- Muhammed'den dinlediklerim hakkında mı? Bak, biz Abd-i Menaf oğullarıyla öteden beri rekabet edegeldik. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik; onlar verdiler, biz de verdik. Öyle ki, daima yarış atları gibi berabere kaldık. Şimdi onlar: "Bizden bir peygamber çıktı; ona gökten vahiy geliyor" diyorlar. Biz buna nasıl ulaşacağız? Andolsun ki, O'na asla inanmaz ve O'nu tasdik etmeyiz. [21]

Kur'an'ın bu ferman okumasına karşı fesahatte son derece ileri gitmiş olan Araplar âciz kaldılar, hiçbir edip ve hatip kalkıp onun bir âyetine benzer bir şey yapamadı. İslâm'ı söndürmek için kılıca başvurdular, canlarını, mallarını, evlatlarını tehlikeye attılar da edebiyat yoluyla, kalem yoluyla cevap veremediler. Eğer lisanla, yazıyla karşı koymaya güçleri yetseydi, elbette bu daha kolaydı ve bunu tercih ederlerdi. Bunu yapabilmek için uğraşmadılar değil, uğraştılar ama çabaları boşa çıktı.

 


[1]             2/Bakara, 23-24

[2]             İslâm'a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim'den Cevaplar, s. 154

[3]             Elmalılı Hamdi Yazır, c. 1, s. 234-235

[4]             Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, c. 1, s. 107-108

[5]             28/Kasas, 49

[6]             17/İsrâ, 88

[7]             11/Hûd, 13

[8]             10/Yûnus, 38

[9]             2/Bakara, 23-24

[10]            2/Bakara, 24

[11]            Elmalılı, c. 1, s. 238

[12]            Fi Zılali'l-Kur'an, c. 1, s. 99

[13]            41/Fussılet, 26

[14]            5/Mâide, 82

[15]            39/Zümer, 23

[16]            16/Nahl, 90

[17]            41/Fussılet, 26-27

[18]            İbn Hişam, Siretü'n-Nebi, c. 1, s. 313

[19]            İbn Hişam, a. g. e., c. 1, s. 315; Taberi, c. 2, s. 73

[20]            17/İsrâ, 47

[21]            İbn Hişam, A. g. e. c. 1, s. 315-316